İstanbul Devlet Tiyatrosu bünyesinde sahnelenen Çarpışma, psikodinamik temeller üzerine inşa edilen, neredeyse monodram sınırlarında dolaşan, zihinsel katmanlarla örülü bir teatral anlatı olma yönü ve tek kişilik kadrosuyla sınırlı görünen bir alanı, ruhsal bir laboratuvara çevirmeyi başarıyor. Oyun, görünürde bir orkestra üyesinin monoloğuna odaklansa da alt metninde insan doğasının, aidiyet hissiyatının, görünmezliğin ve beklentiyle gelen içsel gerilimin katmanlı haritasını sunuyor.
Müge Oskay’ın yazdığı metin, psikanalitik okumaya son derece açık bir yapıya sahip. Karakterin enstrümanıyla, konumuyla ve orkestrayla kurduğu ilişki özneyle toplum, benlikle öteki arasındaki kadim gerilimleri izleyiciye bir kez daha hatırlatıyor.
Oyun, bir orkestranın “es”le sınanan enstrümanisti üzerinden hem bireyin varoluşsal yalnızlığını hem de bir sistem içinde bir yere ait olma gayretini ve nihayetinde görünmezlik hâlini incelikle sorguluyor. Susmanın çığlığının, çarpışmanın kendisi kadar yankı uyandırdığını ve yaralayıcı olduğunu yüzleştirici bir dille veriyor.
Psikanalitik açıdan değerlendirildiğinde, metin doğrudan bilinçdışı çatışmaları sahneye taşıyor. Özellikle Sigmund Freud’un yapısal kişilik kuramında yer alan id, ego ve süperegonun çatışması, karakterin çözülme süreciyle gözlemlenebilir biçime geliyor. Oyunun merkezinde yer alan orkestra üyesi –ki burada temsil edilen yalnızca bir müzisyen değil, sistemin en arka sırasında oturtulmuş her bireydir– konser boyunca bir tek vuruş beklerken, kendi iç sesinin ekosuyla çarpışıyor. Bu tek vuruş, onun tüm hayatına anlam yüklediği, bir tür “kendini gerçekleştirme” anı; Jungyen bir terimle “individuasyon (bireyleşme)” sürecinin zirve anı belki de! Fakat o âna kadar geçen zaman, bireyin değersizlik duygusuna, görünmezliğine ve düzenin hiyerarşik yapısına dair sorgulamalarla dolu.
Metin: Sade ve Bilimsel Bir Derinlik
“Çarpışma”, sıradan bir yalnızlık anlatısının ötesine geçerek bireyin iç dünyasını katmanlı bir biçimde kurcalayan bir metin olarak dikkat çekiyor. Eser, izleyiciyi anlatıcının monologları üzerinden kendi bilinçdışına doğru bir yolculuğa davet ediyor. Bu noktada özellikle filozof Schelling, psikiyatr Ernest Jentsch ve nörolog Sigmund Freud’un “tekinsizlik” kavramı ile psikanalist Jacques Lacan’ın “ayna evresi” düşüncesi arasındaki gerilimler göze çarpıyor. Ana karakterin orkestra içinde konumlandığı yer –arka sıradaki neredeyse görünmez müzisyen– aslında bilinçdışının bastırılmış ama en kritik noktasını temsil ediyor ve görünmezliğin ya da görmezden gelinmenin ne denli ruhsal bir ağırlık taşıdığını, orkestra metaforu üzerinden sembolik bir düzlemde işliyor.
Yazar Oskay, bu monoloğu sıradanlaştırmadan, entelektüel ve duygusal bir dengeyle metne aktarmış. Karakterin kendiyle ve çevresiyle kurduğu ilişkiler –adı geçmeyen şefle, diğer orkestra üyeleriyle, hatta seyirciyle– dolaylı bir biçimde psikanalitik aktarım ilişkilerini çağrıştırıyor. Sanki karakter, seyirciye yönelttiği bakışla ruhsal yaralarını gösteriyor ama bunu bir dramatik dışavurum yerine düşünsel bir döküm gibi yapıyor. Bu bağlamda yazarın psikoloji okumaları yaptığı açık. Ve ne mutlu ki bu okumalar, günümüz pop-psikolojisinin tuzaklarına düşmeden, akademik düzlemde içkinlik taşıyan göndermelerle işlenmiş. Bir karakterin hezeyanı, sadece bir duygusal patlamaya değil; ontolojik bir yalnızlıkla birleşen epistemolojik bir sorgulama hâline bürünüyor. Bu da metni, güncel tiyatro yazımı içinde ayrı ve kıymetli kılıyor.
Yazarın metne yerleştirdiği mikro tespitler, seyircinin gündelik hayatta gözden kaçırdığı ya da sıradanlaştırdığı birçok psikolojik veriyi açığa çıkarıyor. “Sus” terimi üzerinden inşa edilen orkestra metaforu hem sanatsal bir sistem eleştirisine hem de bireyin bastırılmışlığını imleyen bir göstergeye dönüşüyor. Burada yine Lacan’ın “Bilinçdışı, bir dil gibi yapılanır.” savını anımsamak gerekir. Oyun boyunca karakterin bilinçdışına dair çözülmeleri, dilin ritmik devinimiyle seyirciye aktarılıyor. Aynı zamanda Winnicott’un “Gerçek Benlik” ve “Sahte Benlik” kavramları da bu karakter için işlevselleşiyor. Orkestra içerisinde edilgenleşen bir müzisyenin sessizliğe gömülmesi, sadece bireysel bir kırılma değil, kolektif bir yabancılaşmanın sonucu olarak da okunabilir.
Reji: Sükunetten Gelen Gerilim
Kubilay Karslıoğlu’nun yönetmenliği, metnin psikolojik ağırlığını yansıtabilecek bir sadelikte biçimlenmiş. Reji, gösterişli yöntemlerden bilhassa uzak durarak, anlatının derinleşmesine olanak tanıyor. Bu tercihle birlikte seyirci, karakterin zihinsel patikalarında kaybolmak yerine, onunla birlikte yürüyebiliyor. Sürpriz sonun inşasında kullanılan dramaturjik sabır, yönetmenin olay yerine karakter psikolojisini merkezine aldığını gösteriyor.
Karslıoğlu'nun reji anlayışı, metnin ruhunu bozmadan onu sahneye taşıma konusunda başarılı bir örneklik teşkil ediyor. Rejide görülen sadelik, herhangi bir boşluk hissi yaratmıyor; aksine bu sayede her şey tam yerli yerine oturuyor. Yönetmen burada, Brechtyen bir yabancılaştırmaya ya da Artaud’vari şiddetli dışavurumlara kaçmadan, minimal ama yoğun bir atmosfer kuruyor. İzleyiciye düşünme alanı bırakıyor ve bu da oyunun katmanlarını çözümlemek için gerekli zihinsel boşluğu sağlıyor. Seyirci, karakterle özdeşlik kurmaktan ziyade, onun içsel çatışmalarına karşı refleksif mesafeyi koruyor. Bu mesafe, yönetmenin bilinçli bir tercihi gibi duruyor ve anlatının felsefi boyutunu besliyor.
Rejideki zamanlama ve ritim duygusu ise özellikle dikkat çekici. Sahne üzerindeki tüm hareketler, ritmik olarak bir müzikal kompozisyonun giriş, gelişme ve finale ulaşan bölümleri gibi tasarlanmış. Bu tutum, sahneleme biçiminin psikanalitik altyapıyla uyumlu çalışmasını sağlıyor. Küçük atraksiyonlar, hikâyenin bütünlüğünü bozmadan oyunun gerilimini diri tutmayı başarıyor. Rejideki bu incelik, fark ettirmeden seyircide sarmalayıcı bir gerilim yaratıyor.
Oyunculuk: Sınırda Dolaşan Bir Bedenin Temsili
Oyuncu Can Atak’ın performansı, teknik olarak son derece kontrollü ve başarılı. Fiziksel duruşundaki kontrol, vurgu ve tonlamalarındaki hassasiyet ve entelektüel oyunculuk yaklaşımı dikkat çekici. Ancak kimi anlarda bu “klâs duruş”, karakterin kaotik iç dünyasının sahneye tam olarak yansımasını engelliyor. Oyuncunun, karakterin ruhsal gelgitlerini içselleştirdiği lâkin bunun dışavurumunu sınırlı tuttuğu görülüyor. Bu da yaşantısal yoğunluğu yer yer eksik bırakıyor. Öte yandan, Atak’ın sahneye koyduğu bu kontrollü performans, bazı seyirciler için karakterin bastırılmış psikolojisini temsil eden bir oyunculuk biçimi olarak da okunabilir fakat yine de karakterin iç dünyasındaki çatışmalar, yalnızlık duygusunun keskinliği ve kimlik bunalımı gibi duyguların daha da görünür hâle gelmesi, performansı bir üst düzeye taşıyabilir. Oyuncunun beden dili, zaman zaman fazla klâsik bir teatral tavra dönüşüyor; bu da oyun kişisinin psişik çözülmesini perdeler niteliğe dönüşüyor. Oysa metin, oyuncuya oldukça geniş bir hareket alanı tanıyor. Bilinç akışı tekniğiyle yazılmış cümleler, oyuncunun psikosomatik bir dönüşüm geçirmesine bile olanak sağlayabilecek nitelikte... Atak’ın yorumu ise zaman zaman bu dönüşümden kaçınan, karakterin yüzeyinde kalan bir aktör konforunu tercih ediyor. Yine de genel performansıyla metnin taleplerini büyük ölçüde karşılıyor ve izleyicide güçlü bir etki yaratıyor.
Sahne Tasarımı: Görsel Zenginlikteki Minimal Sapma
Arzu Özdemir McArthur’un sahne ve kostüm tasarımı, oyun dünyasının doğasını destekleyici bir sadelik taşıyor ve minimalizmin sınırlarında dolaşıyor lâkin enstrümanların temsilinde gerçeklikten uzaklaşılması, metnin ve rejinin oluşturduğu psikolojik gerçekliği zayıflatıyor gibi. Telden yapılan enstrümanlar yerine gerçek ya da daha gerçekçi objeler kullanılsaydı, izleyicinin hayâl gücünün desteklenmesi açısından etkili bir tasarım elde edilebilirdi. Orkestra ortamını gösteren enstrümanların tel olması, oyunun gerçeklik katmanını bir nebze zayıflatıyor. Metin ve oyunculuk bu denli psiko-realist bir derinlik taşırken, sahnede kullanılan sembolik objeler, görsel tutarlılığı kısmen bozuyor. Özellikle oyun boyunca vurgulanan “tek vuruş”un somutlanacağı ânın fiziksel karşılığının daha güçlü olması, seyirci algısı açısından da tesirli olabilirdi.
Kostümler, karakterin hem bireysel hem mesleki kimliğine uygun, abartısız seçimlerden oluşuyor. Bu da karakterin gündelik hayatla kurduğu bağlantının inandırıcılığını artırıyor.
Işık Tasarımı: Psikolojik Geçişlerin Yansıtıcısı
Yakup Çartık’ın ışık tasarımı, oyunun ruhsal iniş çıkışlarını son derece başarılı bir şekilde yansıtıyor; metnin psikanalitik sarkacını güçlü biçimde destekliyor ve sahnenin ruhsal dünyasını öne çıkaran bir başka unsur oluyor. Özellikle karakterin gelgitlerinin ve zihinsel çatışmalarının arttığı anlarda kullanılan ışık kırılmaları ve gölge oyunları hem atmosfer yaratımı hem de dramatik etki bakımından başarılı. Geçiş anlarında kullanılan renk değişimleri ve ışığın yalıtılmış bölgeleri vurgulaması, karakterin bölünmüşlüğünü görsel dile çeviriyor. Işık, adeta karakterin iç sesi gibi çalışıyor; bazen bastırılan bir öfkenin gölgesi, bazen nostaljik bir huzurun sızısı oluyor. Işık kullanımı, sahnede dramatik yoğunluğu artırmakla kalmıyor, duygusal kırılmaları da senkronize bir biçimde yansıtıyor. Özellikle final sekansında ışıkla kurulan ritmik geçişler, seyircide duygusal bir yankı yaratıyor.
Sonuç: Estetik ve Psikolojik Bir Arayüz
Çarpışma, tiyatroda ruhsal unsurların nasıl sahneye taşınabileceğine dair başarılı bir temsil sunuyor. Psikanalitik göndermeleri, reji sadeliği ve dramatik derinliğiyle çağdaş Türk tiyatrosunda dikkat çekici bir yere oturuyor. Modern insanın varoluşsal sancılarını, içsel kaosunu, sosyal hiyerarşideki görünmezliğini, değersizlik duygusunu, ilgi ve sevgi beklerken taşıdığı yükü estetik bir dille sahneye aktarıyor ve düşünsel olduğu kadar duygusal bir deneyim de sunuyor.
Oyun, seyirciye sadece bir hikâye anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda hem metin hem de sahneleme açısından bir içe bakış deneyimi de yaşatıyor. Sanatın, bireyin kendi evrenine ayna tutmadaki dönüştürücü gücünü bir kez daha hatırlatan bu yapım, psikolojik derinlik ile teatral zarafetin kesişiminde değerini buluyor. Anlam arayışına katkıda bulunan, varoluşsal soruları tartıştıran, psişik vurguları yüksek; yönetmenlik becerisiyle örülen ve görsel diliyle derin bir atmosfer kuran bu yapım, İstanbul Devlet Tiyatrosunun dikkate değer işlerinden biri olarak anılmayı hak ediyor.