Kaan Erkam, 1965 Ankara doğumlu bir öykü ve oyun yazarı olarak, çağdaş Türk tiyatrosunun kendine özgü figürlerinden biridir. Onun yazını ve tiyatrosu, sadece kuru bir metne değil; hayata, anıya, duygusal kırılganlığa ve ironiye yaslanır. Sahneye yaklaşımıysa klâsik biçimlerin kırıldığı, deneysel olanla gelenekselin iç içe geçtiği bir poetikaya dayanır. Daha çocuk yaşta Donizetti'nin L'elisir d'amore (Aşk İksiri) operasından etkilenerek sanatın büyüsüne kapılması, onun gelecekteki yaratıcı kimliğinin müzikaliteyle ve duygusallıkla mündemiç gelişeceğinin erken bir göstergesidir aslında.
Temalar, İzlekler ve Tiyatroya Katkı
1980'de henüz 15 yaşında kurduğu Alo Tiyatro ve 1990’da Ankara'da resmiyet kazandırdığı, 2002'de de İstanbul'a taşıdığı Oda Tiyatrosu, bir tür estetik laboratuvar görevi görür; onun yazınsal denemelerinin ve oyunculukla rejiyi eşzamanlı dönüştüren sahnelemelerinin zeminini oluşturur. Yazarın neredeyse yalnızca kendi metinlerini sahneye taşıması, oyun yazarının rejisöre teslim olduğu geleneksel tiyatro anlayışının dışına çıktığını ve tiyatro sanatını bir yazar sinemacısı gibi kişisel bir imza ve duruşla yoğurduğunu gösterir.
Eserlerindeki dramatik inşa, gündelik yaşamın grotesk yüzeyini kazıyan ve altındaki melankoliyi, absürtlüğü ya da umudu ifşa eden bir anlatım barındırır. Yazarın dilindeki lirizm, karakterleri birer tümce taşıyıcısı değil, ruhsal yarılmaların ve içsel çatışmaların ifadesi durumuna getirir. Erkam’ın yazın dili, kimi zaman grotesk, kimi zaman nahif ama çoğu zaman ironiktir. Postmodern bir şiirsellikle yazılmış metinlerinde, bireysel tarih ile ulusal belleğin kesiştiği noktalar belirir.
Kaan Erkam’ın oyunlarının çoğu, müzikle, şiirle ve politik/toplumsal göndermelerle örülüdür. Onun tiyatrosu; kişiselin politikle, geçmişin şimdiyle iç içe geçtiği bir tiyatrodur. Öne çıkardığı temel temalar arasında hafıza, aşk, melankoli, hayâl kırıklığı, sistem eleştirisi ve kimlik sorunsalı yer alır. Özellikle mekânlar üzerinden anlattığı hikâyeler, bireyin yalnızlıkla kurduğu ilişkide psikolojik çözümlemelere izin verir. Anlatılanlar, sadece bir karakterin trajedisi değil, aynı zamanda bir toplumun arka plânındaki kolektif hüznüdür.
Bir Hafıza Performansı: Hikâyede Adı Geçen Şair Benim
Erkam'ın Taha Aykın rejisiyle sahnelenen oyunu Hikâyede Adı Geçen Şair Benim hem dramaturgi hem de sahneleme açısından ilginç bir deneme… Yazar, metinde lirik unsurları ustalıkla işlerken, şiirsel dili yalnızca estetik bir süs olarak değil, karakterin dünyasını derinleştiren aslî bir anlatım biçimi olarak kullanıyor. Bu biçim, duygusal yoğunlukla komedi unsurları arasında kurulan özenli geçişlerle de başarıya ulaşıyor. Duygusallık, dramatik yapının sınırlarını zorlamadan, incelikle örülüyor.
Oyun, bir meyhaneyi temel mekân olarak seçerken, bu alanı sadece bir içki tüketim yeri değil, aynı zamanda bir kamusal yalnızlık mekânı ve kolektif bellek alanı hâline getiriyor. Michel Foucault’nun heterotopya kavramıyla tanımladığı gibi, orası zamanın ve aidiyetin büküldüğü, iç ve dışın belirsizleştiği bir ara-zamansal sahne oluyor.
Oyun, Kaan Erkam’ın şiirlerinden hareketle yazılmış bir metne dayanıyor. Bu durum, geleneksel diyaloglardan uzaklaştırıp epik tiyatro özellikleri gösteren bir örgü kurulmasını sağlıyor. Şiirsel anlatım, metni retoriksel bir performansa dönüştürürken ana karakter Şair Bahri de kendi öznel tarihini bir mahkeme salonunda sanık gibi anlatıyor, bir evin salonunda hatırat şeklinde aktarıyor, derken oralardan tekrar bugüne dönüyor. Bu dönüşümlü sahne düzeni, izleyicide sürekli bir yer ve zaman kayması hissi uyandırıyor. Bu da postmodern sanatın sıklıkla başvurduğu fragman estetiğini akla getiriyor.
Yönetmenin kadın oyuncuyu duygusal merkezden bilinçli olarak uzaklaştırarak, onu daha mekanik, hatta kısmen de nötr bir pozisyonda tutması; ana karakter olan şairin duygusal kırılganlığını daha da görünür kılıyor. Bu mesafeli konumlandırma, anlatıdaki hüzne karşı etkili bir denge olarak dikkat çekiyor.
Oyunculuk Performansları: Rollerin Kırılması ve Dönüşmesi
Kadın oyuncunun (Elif Aysel Nazım) çoklu rollerde gösterdiği performans, polifonik bir oyunculuk anlayışına işaret ediyor. Yani her karakter, oyuncunun iç dünyasından değil; oyuncunun bedeninden, sesinden ve mimiklerinden şekillenen ayrı bir yapı gibi görünüyor. Bu bağlamda, oyuncu, rol içinde rol tekniğini başarıyla kullanıyor. Kâh bir meyhane çalışanı, kâh bir kabadayı; kimi zaman evlât kimi zaman eş; bir polis bir iş insanı olarak sahnede değişirken yaptığı personalar arası geçişler, Meyerhold'un biyomekanik oyunculuğunu andırıyor. Bu da oyunun hem ritmine katkı sunuyor hem de oyuncunun bedenine merkezî bir konum kazandırıyor.
Erkek oyuncunun (Gökhan Yet) şiirleri bazen duyulamayacak kadar düşük sesle okuması, tonlamalarındaki yetersizliği ve vurguların eksikliği metnin duygusal derinliğine gölge düşürüyor. Bu durum, izleyicinin oyunla kurduğu bağda yer yer kopukluğa sebebiyet veriyor. Özellikle şiir temelli bir oyunda sesin tınısı ve müzikalitesi; kelime ve cümlelerdeki prozodi yani vurgu, tonlama, durak ve kavşak gibi ögeler karakterin inandırıcılığı kadar oyunun duygusu ve dramaturjik yapısı açısından da önemlidir.
Mekân ve Teknik Tasarım
Sahnenin dönüşebilen doğası, oyunun dokusunu güçlendiren bir unsur oluyor. Dar alanda kurulan ergonomik dekor, sınırlı sahnenin çok mekânlı hâle getirilmesinde başarılı bir örnek sunuyor. Seyirci, bir anda kendini bir mahkeme salonunda, hemen ardından bir evin duvarlarında, sonra tekrar bir meyhane masasında bulabiliyor. Bu anlamda, sahne tasarımı Giorgio Strehler’in görünmeyen mekân anlayışına yaklaşıyor.
Ali Emre Baltacı tarafından tasarlanan ışık tasarımı da bu dönüşümün taşıyıcısı olarak işlev görüyor. Gölge oyunları ve spot ışıklarla yaratılan görsel ritim, metnin şiirsel dizgesine eşlik eden optik bir ortam yaratıyor.
Müziğin oyundaki yeri hem atmosfer kurucu hem de dramatik birer ara nota niteliğinde. Oyunun müzikal tarafı daha da genişletilirse, diegetik müzik ile dramatik müzik arasında kurulacak bağ, izleyici ile sahne arasında yeni bir duygusal rezonans yaratabilir. Bu anlamda bu oyunda kullanılacak müzikler yalnızca fon değil, karakterlerin iç sesi ve oyunun metinsel altyapısını tamamlayan unsurlar olarak görülmelidir zira bunun eksikliği hissediliyor.
Sonuç
Kaan Erkam; yazar, rejisör, oyuncu, tasarımcı ve yapımcı rollerini bir araya getirerek çok katmanlı bir tiyatro pratiği inşa ediyor. Oda Tiyatrosunun dar sahnesinden yankılanan sesler, aslında geniş toplumsal ve bireysel evrenlere açılan kapılar oluyor. Bunu da öyle şaşaalı, gürültülü, mütekebbir bir tarzda değil; sakin, mütehassis ve mütevazı bir şekilde, sahnede var olmak için direnen bir kalp atışıyla yapıyor.
“Hikâyede Adı Geçen Şair Benim” gibi çalışmalar salt bir oyunun sahnelenmesinden ibaret kalmıyor; izleyicinin kendi hayatına, geçmişine ve duygularına dokunmayı hedefleyen birer duygusal mimarî örneği oluyor.
Oyunun mevcut mekânsal kısıtlarına rağmen atmosfer yaratma becerisi yüksek lâkin potansiyeli, daha geniş ve teknik imkânları fazla bir sahnede çok daha zengin biçimde açığa çıkabilir. Zamana yayıldıkça, temsil sayısı arttıkça oyuncu uyumu, ritmik düzen ve sahne geçişlerinin çok daha akıcı bir form kazanacağı da aşikâr.