Murat Menteş’in evreni sahneyle buluşuyor: Dublörün Dilemması

Postmodern Türk edebiyatının en dikkat çekici kalemlerinden biri olan Murat Menteş, dilin sınırlarını zorlayan, anlatının yapısal konvansiyonlarını alt üst eden, ironik ve aforizmik bir yazın biçimiyle kendini belli ediyor. Menteş’in romanları, özellikle de “yüksek edebiyat” ile “popüler kültür” arasında kurduğu köprüyle, Türk romancılığında alışılmadık bir açılım sunuyor. Metinlerinde parodi, metaforik yoğunluk, hız ve kurgusal parçalanma ön plânda duruyor. Anlatılarında düşünce sabit kalmıyor; okuru oyunlu, katmanlı, çoğu zaman da tekinsiz bir evrende dolaştırıyor.

Menteş’in karakterleri genellikle sınırda figürler oluyor: Ya bir travmadan ya bir ütopyadan ya da distopik bir gerçeklikten çıkıp gelmiş gibi duruyorlar. Her biri, modern bireyin varoluşsal sıkışmışlığını grotesk ve karikatürize hâlleriyle temsil ediyor. “Dublörün Dilemması” romanı da bu edebî konvansiyonun tipik bir yansıması... Menteş, burada hem kimlik sorunsalını hem de modernitenin açmazını teatral bir üslûpla işliyor. Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habip Hobo gibi karakterler bir yandan simgesel diğer yandan satirik bir işlev yükleniyor. Roman, klâsik mânâda bir olay örgüsüne bağlı kalmıyor; epizodik yapı, ani geçişler ve aforizmik diyaloglarla örülüyor. Metnin bu parçalı tarzı, tiyatro uyarlamasına da doğrudan yansıyor, hatta teatral yorumun kurucu zemini hâline geliyor.

Absürt, Grotesk ve Postmodern Kodlar ile Dinamik Bir Reji

Sercan Özinan’ın uyarlayıp sahneye koyduğu çalışma, bir metni seyirciyle buluşturmanın ötesinde, Murat Menteş’in yazın dilini sahne diline dönüştürme çabasını da barındırıyor. Bu bağlamda yönetmen Özinan, epik tiyatro, absürt tiyatro ve grotesk estetik gibi kavramları bilinçli bir şekilde harmanlıyor ve seyircinin metne yalnızca duygusal değil bilişsel bir mesafeyle yaklaşmasını da istiyor. İzleyici, olay örgüsüne kendisini kaptırmak üzereyken, bir anda karakterin ya da sahnenin anlamını sorgulamak durumunda kalıyor ki bu da sahnelemenin didaktik olmadan öğretici bir boyut kazanmasını sağlıyor.

Yönetmenin oyunluk trafiğindeki başarısı, teatral ritmi etkileyici biçimde yönetebilmesinden ileri geliyor. Sahne geçişleri, karakterlerin bir görünüp bir kaybolması, seri şekilde akan mizansenlerin akışkanlığı oyuna kinetik bir yapı kazandırıyor. Reji, sadece “anlatıyı düzenlemek” gibi işlevsel bir tavırla yetinmiyor; aksine oyunun iç ritmini ve dinamizmini mizansenin görsel etkisiyle de kuruyor. Bu yönüyle Özinan'ın, sahnelemeyi bir yandan da kavramsal bir düzlemde ele aldığı anlaşılıyor.

Oyunculuklar: Performansın Polifonik Yapısı

Oyun, adeta bir topluluk oyunculuğu örneği arz ediyor. Aynı tipin farklı oyuncular tarafından canlandırılması ya da bir oyuncunun birden fazla şahsa bürünmesi, kimlik ve temsil kavramlarına dair teatral soruları hatırlatıyor. Oyuncular, özellikle fiziksel tiyatro, mimik ve ses kullanımındaki başarılarıyla şanoya adeta çok katmanlı bir yapboz kazandırıyor. Bu performanslar, Antonin Artaud’nun “bedenin şiirselliği” kavramına yaklaşan, sözcüklerin ötesine geçen fizikî bir lirizmle gerçekleşiyor. Söz konusu oyunculuk, yalnızca replikle değil, bedenin sahnedeki konumlanışıyla, ritmik hareketiyle ve kimi zaman bir suskunluğun ima ettikleriyle anlam üretiyor. Abdurrahman Merallı, Çetin Kaya, Deniz Işın, Ediz Akşehir ve Tekin Ezgütekin'in dönüşümlü karakter temsilleri, bir rol değil, durum yaratma çabası oluyor. Bu da mimikri anlayışından uzak, daha çok Jerzy Grotowski’nin “yoksul tiyatro”sundaki beden merkezli oyunculuk biçimini çağrıştırıyor.

Görsel Ögeler

Dekor ve kostüm tasarımı, Rabia Kip Telek imzasını taşırken metnin dünyasına uygun bir minimalizm içinde duruyor. Aşırı detaylı olmayan ama oyun kişilerinin sosyolojik arka plânını yansıtan ve çok ergonomik olan tasarımlar, Peter Brook’un “boş sahne” anlayışına yakın duruyor.

Işık tasarımında Ayşe Sedef Ayter, gerçeküstü havanın oluşumuna güçlü bir katkı sunuyor. Özellikle renk geçişleri ve gölge oyunları, karakterlerin iç dünyasını yansıtma çabasında başarılı oluyor.

Maske tasarımı maalesef oyunun zayıf halkası olarak kalıyor. Hüseyin Akgül’ün maskeleri, oyun dünyasının absürt ve fantastik kodlarına uygun bir potansiyel taşımayı amaçlasa da sahnede yeterince inandırıcı, sahici ve tamamlayıcı bir etki yaratamıyor. Özellikle rol değişimlerinde maske, oyunculuğun dönüşüm gücünü destekleyeceği yerde aksine sınırlandıran bir unsur hâline geliyor.

Müzik, Ses ve Efekt Tasarımı: İşitsel Derinlik

Metin Bahtiyar’ın müzikleri, oyunun ritmik yapısına hizmet eden, yer yer ironik, kimi zaman da melankolik temalar barındıran bir çeşitlilik arz ediyor. Özellikle epizot aralarında kullanılan ezgiler hem karakterlerin duygusal geçişlerine eşlik ediyor hem de sahnenin mecazlarını vurgulayıp derinleştiriyor.

Ses ve efekt tasarımında Kerem Duru’nun çalışması, cins olanla gerçek olan arasındaki o ince çizgide çok önemli bir atmosfer oluşturuyor. Müzik ve efektler sayesinde sahneleme salt görsel bir deneyim olmaktan çıkıyor, işitsel bir anlatıya da dönüşüyor.

Sonuç: Sahneye Taşınan Edebî İnşa

“Aynı Anda İki Yerde Birden Olmanız Mı Gerekiyor? Bizi Arayın!” spotuyla tiyatroseverleri karşılayan oyun, sadece bir edebî eserin sahneye taşınması değil; aynı zamanda tiyatronun anlatı olanaklarını zorlayan, izleyiciyi bir yanıyla eğlendiren bir yanıyla da düşündüren bir yaratıcı metin uyarlaması oluyor. Sercan Özinan’ın rejisi, Murat Menteş’in postmodern anlatısına teatral bir karşılık üretirken, oyuncuların başarılı performansları, bu karşılığın sahnede vücut bulmasını sağlıyor.

Oyunun tiyatro dünyasındaki yeri, teknik başarılarının yanı sıra edebiyat ve tiyatro arasındaki diyaloğu yeniden kurmasıyla da anlam buluyor. Kısacası, Atlas Tiyatro Araştırmaları ekibi tarafından seyre sunulan Dublörün Dilemması hem bir oyunculuk laboratuvarına hem de sahnelemeye dair cesur bir temaşaya dönüşüyor. İzleyicisini de tek bir hakikatin değil, çoklu olasılıkların peşinden sürüklüyor.





OGÜNhaber