Cihangir Atölye Sahnesi üzerine notlar…

İstanbul’un kültürel haritası, pek çok irili ufaklı tiyatro girişimine tanıklık ediyor. Bu girişimlerin kimi kısa ömürlü oluyor, kimi kendi devinimini bulana kadar bambaşka yerlere savruluyor. Ancak az sayıda tiyatro, kendi varlık felsefesini derinlikli biçimde kurup yaşantısına ve üretimine yerleştirmeyi başarabiliyor. Cihangir Atölye Sahnesi (CAS), tam da bu bağlamda, çağdaş Türk tiyatrosu içerisinde özgün ve kalıcı bir model olarak son zamanlarda ciddi anlamda dikkat çekiyor.
Tiyatroyu Hayatın Tam Kalbine Yerleştirmek
Tiyatro, yalnızca sahnede olan bitenle değil, bunun yanı sıra inşa edilen hayatla da anlam kazanıyor. Metin, yönetmen, oyuncu, dekor, ışık, müzik, dans… bütün bu ögeler, bir bütünlük içinde karşılık bulduğunda tiyatro, salt sanat değil; bir duruş, bir varoluş biçimi, bir hayat seçimi hâline geliyor. İşte CAS, bu seçimi en sahici, en tutarlı, en samimi biçimde yapan ender topluluklardan biri olduğu için teveccüh görüyor.
2017 yılında Arzu Gamze Kılınç ve Muhammet Uzuner tarafından kurulan tiyatro, İstanbul’un merkezinde, gürültünün, telaşın ve yüzeyselliğin tam ortasında ama o atmosfere inat sessiz ama derin bir nefes olarak yükseliyor. İkilinin tiyatroyla kurdukları etik, estetik ve pedagojik ilişki, sadece sahneleme eyleminin değil, aynı zamanda sanatla var olma ve yaşama biçiminin yapısına da işaret ediyor.
Duruşlarından, seçtikleri oyunlardan ve ortaya koydukları çalışmalardan da anlaşılıyor ki CAS’ın temel yaklaşımı, tiyatroyu bir sanat üretimi ya da estetik ifade biçimi olarak değerlendirmenin yanında, bir ortak yaşam deneyimi, bir pedagojik zemin ve bir ahlâkî tutum olarak görmek... Tiyatroyu, romantize edilecek ve layüsel bir meslekten öte, bireyin kendini gerçekleştirme sürecinin bir parçası olarak tanımlıyorlar adeta. Ve asıl bu yönleriyle, birçok tiyatro ekibinden ayrılıyorlar.
Kılınç ve Uzuner’in yaklaşımı, tiyatronun ontolojik temeline dair soruları da gündeme getiriyor: Tiyatro nedir, kim içindir, kimlerle ve nasıl yapılmalıdır? Bu sorulara verilen yanıtlar, CAS’ın üretim biçimini de belirliyor. Usta-çırak ilişkisine dayalı eğitim modeli, ilk bakışta geleneksel bir yaklaşım gibi görünse de burada amaçlanan şey, hiyerarşik bir disiplin sistemi değil, deneyim aktarımındaki süreklilik, sorumluluk ve etik bağ oluyor. Uygulanan model, çoğu konservatuvarın yapısındaki kıran ve kırılgan olan sisteme alternatif bir pedagojik düzen öneriyor. Bu düzen, doğrudan temasın, cömert tecrübe paylaşımının ve birlikte üretimin merkezde olduğu bir öğrenme iklimi sunuyor. Teatral mirasın devingen bir şekilde aktarılması, tiyatronun zamansal sürekliliğiyle birlikte bireysel gelişimin de önünü açıyor.
Bir “Topluluk” Olarak CAS: Eşitlik, Katılımcılık ve Kolektif Ruh
CAS’ın varoluşunu anlamak için, onu sadece bir kurum olarak değil, bir topluluk olarak da düşünmek gerekiyor. Bu topluluk, aidiyet hissini, bireyin kendi oluş süreciyle ilişkilendiriyor. Kurulan her ilişkide ilkesel olarak eşitlik, katılımcılık ve kolektif bilinç gözetiliyor. Tiyatro emekçileri, öğrenciler, eğitmenler ve seyirciler; üretimin yalnızca izleyeni ya da uygulayıcısı değil, aynı zamanda anlam dünyasının kurucu ortakları oluyor. Bu yaklaşım, Pierre Bourdieu’nün “kültürel sermaye” kavramını hatırlatıyor.
CAS, bir tek sanatsal sermaye üretmiyor; aynı zamanda katılımcılarında entelektüel dönüşümler yaratan kültürel bir sermaye alanı oluşturuyor. Tiyatronun toplumsal işlevi, burada bir gösterim pratiğinden ziyade bir dönüştürme pratiğine evriliyor. Zira CAS’ın üretim biçiminin merkezinde kolektivite var. Katılımcıların yaşı, deneyimi, yetenek düzeyi ne olursa olsun, her birey, sürecin vazgeçilmez bir parçası olarak kabul ediliyor. Üretim, bir “üstünlük” yarışı değil, bir birlikte düşünme ve birlikte var olma deneyimi olarak kuruluyor. Bu, sadece sanatsal değil, aynı zamanda siyasal bir tutumdur. Irk, cinsiyet, inanç ve dil temelli hiçbir ayrımcılığa yer olmayan bu ortam, çağdaş dünyada sahneye de yaşama da yön verecek bir örnek sunuyor ve bu minvalde CAS, bir tiyatrodan çok bir ortak üretim alanı, yaşayan bir organizmaya dönüşüyor.
Tiyatronun “Neşesi”, Oyunsu Doğası…
CAS’ın tiyatroya dair en önemli iddialarından biri de oyun oynama güdüsünü merkeze alması ve öncelikli konuma yerleştirmesi... Bu, bugünkü ekiplerin birçoğunun en çok unuttuğu değerlerden biri. Oysa tiyatronun en eski hâli, insanın kendini oyunla anlamlandırdığı, neşeyle dönüştürdüğü ritüel alanıdır. CAS, bu kökensel çağrıyı yeniden duyulur kılmayı başarıyor. Ekibin oyunların içinde hissedilen “neşeli hâl”, yalnızca estetik bir duygu değil; aynı zamanda bir politik duruş ve bir yaşam sevincini barındırıyor. Seyircisini yargılayan, ona tepeden bakan, onu “anlamaya zorlayan”, metni dogmatik bir vaaz biçiminde sunan, oyunculuğu bir tür teknik virtüözite yarışına çeviren tiyatro biçimlerine karşı; birlikte gülen, birlikte düşünen, birlikte nefes alan bir oyun anlayışı geliştiriyor. Ve bu sayede sahicilikten yana, seyirlik olanla yaşantısal olan arasında kurduğu geçirgenlikle, ritüel ile performans arasındaki sınırları yumuşatıyor ve sahneyi liminal bir alan olmaktan kurtarıyor; seyircinin de oyuncunun da dönüşüm geçirdiği, sınırların çözüldüğü, yeniden doğuşun mümkün kılındığı bir alana dönüştürüyor.
Sanatın Kutsanmasına Karşı Bir Duruş: Kutsalı Ret, Sıradana Saygı…
CAS, tiyatroyu biricik ve kutsal bir etkinlik olarak yüceltmek yerine, insan olma yolculuğunun bir aracı olarak konumlandırıyor. Bu duruş, sanatçıyı kutsamak yerine, anlamı birlikte üretmeyi, mesuliyeti seyirciye de dağıtmayı öneriyor. CAS’ın sahnelediği oyunlarda bu anlayış, biçimsel tercihlerde de kendini gösteriyor: Seyirciyle doğrudan ilişki kuran anlatı yapıları, anlatıcılar, kırılan dördüncü duvarlar, iç içe geçmiş zaman-mekân algısı... Bu tutum gerçek anlamıyla mütevazı bir duruştur. Orada oyunculuk; şöhretin, başarı ölçütlerinin ya da hayranlığın değil, farkındalıkla yaşamanın bir yöntemi, bir araştırma zemini olarak görülüyor.
Sanatın insanın önüne geçmediği, onun yerine düşünmediği, ona eşlik ettiği bir anlayış hâkim kılınıyor. “Kendini ciddiye alan ama önemseyecek kadar değil” diyebileceğimiz bu tavır, sahiciliği doğuruyor. CAS sahnesine girildiğinde; ne kadar büyük ya da küçük prodüksiyonlar olduğundan çok, orada gerçek bir şey olup olmadığı duyumsanıyor.
Her sezonda yenilenen repertuvarın yanı sıra, kurs ve konservatuvar mezunlarıyla yapılan mezuniyet oyunları, CAS’ın pedagojik yaklaşımının ne kadar sağlam temellere dayandığını da gözler önüne seriyor. Bu oyunlar, sıradan bir “yıl sonu gösterisi” olmanın çok ötesine geçerek, çağdaş tiyatro estetiği açısından nitelikli, yaratıcı ve katmanlı işler olarak, dramaturjik derinliği ve etkileyici oyunculuk performanslarıyla izleyiciyle buluşuyor. Bazı mezun oyunlarının, ülkenin köklü topluluklarıyla boy ölçüşebilecek düzeyde olması, bu yaklaşımın ne denli sağlam bir zemine oturduğunu kanıtlıyor.
Tiyatroya Dair Tutarlı Bir Yaşantı
CAS’ın asıl başarısı, tiyatro üretimiyle gündelik yaşantısı arasında kurduğu tutarlılıkta gizli. Sahnede savunduğu ilkeleri, yaşantıda da sürdürebilen tiyatro topluluklarının sayısı azdır. Birçok tiyatro kurumu sahnede devrimci bir dil üretip perde arkasında geleneksel hiyerarşilere hapsolurken, CAS bu çelişkiye düşmüyor. Sahnede savunulan fikirlerin yaşantıda da karşılığı var. Bu durum, tiyatronun “etik” boyutuna dair önemli bir farkındalık içeriyor çünkü tiyatro, nihayetinde bir yanıyla da karakter eğitimidir; salt sahnedeki karakterin değil, oyuncunun ve topluluğun karakterinin de bina edildiği bir mekândır.
Sonuç Yerine: Bir Tiyatrodan Öte
Arzu Gamze Kılınç ve Muhammet Uzuner’in tiyatro yolculuğu, klasik anlamda “başarı” kavramının çok ötesinde bir anlam taşıyor. Onlar yalnızca iyi oyunlar sahnelemiyor; aynı zamanda tiyatroyu bir felsefeye, bir eğitim anlayışına, bir ahlâk zeminine dönüştürüyorlar.
CAS, bir repertuvar tiyatrosu olmanın ötesinde, bir varoluş biçimi olarak okunmalı. İçeri adım atıldığında sadece bir oyun değil, aynı zamanda başka bir dünyanın, sıcacık, içten, insan merkezli, açık fikirli ve entelektüel bir dünyanın mümkün olduğunu hissettiriyor. Ve bu dünya, her şeyden önce oyun oynama cesaretiyle, neşeyle, kolektif emekle ve sahicilikle kurulu…
Cihangir Atölye Sahnesi, bir kurumdan öte, bir niyet teşkil ediyor. Bu niyet; birlikte düşünmeye, üretmeye, büyümeye, dönüştürmeye ve oyun oynama cesaretini kaybetmemeye dair derin bir davet içeriyor ve her temsilin başında perdeden dışarıya usulca sızarak seyircisine ulaşıyor.
(Bu yazı, bir röportaj ya da söyleşi sonucunda yazılan bir yazı değildir. Yıllardır birçok ekibi takip ettiğim gibi çalışmalarını ve oyunlarını takip ettiğim Cihangir Atölye Sahnesine dair kişisel gözlemlerimi içermektedir.)
Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.
egemen